Ara

10 Kasım 2020 Salı

Deniz Kurdu-Jack London

 Van Weyden bir gün denize düşüyor ve ölümüne doğru giderken bir başka gemi kurtarıyor onu: Hayalet.


Ömründe emeğiyle tek kuruş kazanmamış olan Van Weyden'in yaşam kavgasındaki rolü bu gemiye çıkmasıyla gözlemciyken bizzat yarışan haline geliyor.

 Van Weyden ruhun meziyetlerini bedenden üstün gören ve ölümden sonra ruhun özgürleşeceğine inanan, her insanın insan olduğundan yaşama hakkı olduğuna inanan bir aristokratken hayat onu bir gemici yapıyor.

Geminin kaptanı Wolf Larsen, adını aldığı kurtlar gibi acımasız, yaşamını tüm ahlaki sorumlulukların üstünde tutan ve hayatta kalmanın doğadaki gibi ancak güçlünün savaşarak alacağı bir şey olduğunu düşünen, bu sebeple hiç kimsenin yaşamına kıymet vermeyen, ölümün soğuk bir son olduğuna inanan karamsar bir materyalist, kaba saba ve zeki bir adam.

 Kitap genel olarak bu iki felsefenin çatışması olarak ilerliyor. Ama açıkçası bu kitabın tek özelliği değil, tüm karakterler ve olaylar hayat gibi katmanlı ve kompleks. Zaten kitaba bu kadar yakın hissettiren de bu, okuyan herkes içinde kendini bulacaktır.



15 Eylül 2020 Salı

Ezilenler-Dostoyevski

Gurur hakkında yanlış düşünmüşüm. İnsanlar, hele ki sevdiklerimiz kuru gururun yerine koyamayacağı kadar kıymetli. Belki de bugüne kadar yanlış yaptım. Dönüşü mümkün olmayan bir yerdeyim ama kabul etmekte de fayda olabilir.



 


15 Temmuz 2020 Çarşamba

Kuyucaklı Yusuf

 İnsan nasıl yaşar? Ne için yaşar? Bu güne kadar beni hayatta güzel şeyler yapmak isteği tuttu, biraz da merakım. Ama bunca pisliğin içindeki güzelliğe yazık değil mi? Güzel olan hiçbir şeyin bir anlamı yok, bu mantıkla çirkin olan hiçbir şeyin de anlamının olmaması lazım ama insanların bunca kötülüğü ve çirkinliği işlemeleri için bir anlam gerekli mutlaka. 

 Nasıl bu kadar saf bir kötülüğe sahip olup çocuklarına gülebilirler? Nasıl bilerek acı çektirip gezip tozabilirler? Nasıl yaşayabilirler bizi insanlığımızdan ayrı görüp, onursuzlaştırıp, memnuniyet ve eğlence için yaratılmış bir makine gibi çalışmamızı bekleyerek? Yaptıklarının kötülük olduğunu biliyorlar, yazık, çok inandım öyle yetiştirilmişler, bilmiyorlar daha iyisini diye. Ama biliyorlar çünkü insan kendine insanım diyorsa ve karşısındakinin de kendi gibi bir insan olduğunu algılıyorsa ona sadece varoluşundan ötürü yüklediği tüm baskıcı, eksik gören, itibarsızlaştıran anlamlar o kişinin kötülüğüdür, ahlaksızlığıdır. Çünkü hiç kimse herkesin herkesi eşit gördüğü bir dünyada doğmadı, ama iyi insanlar hep vardı.

 Bu kitap maalesef bana toplumun kendi elemanlarının açığını sürekli arayıp bulduğunda hemen bunu kullanmasının, ahlaksızlığın ahlak kuralları kadar toplumun bir parçası olmasının ve insanların bunu çıkarları zarar görmedikçe rahatça kabul edebilmesinin zamansız bir vaziyet olduğunu hatırlattı. Bu kuralların mağduru olmamak toplumu size verilen zararın onlara da verilebileceğine ikna etmekten geçiyor sanırım. Yoksa kendi başlarına sizin başınıza gelen zararlı olayın gelmeyeceğine dair kendilerini ikna etmek için bu kurulmuş kurallarda çiğnediğiniz veya çiğnemeye yaklaştığınız olanları seçiyorlar ve bunları size karşı kullanıyorlar. Bu kuralların artık toplum tarafından çoğunlukla uygulanmamasının bir anlamı olmuyor çünkü anladığım kadarıyla mesele kurallar değil, mesele sizi başınıza gelenlerden suçlu çıkarıp geceleri rahat uyumak.

 Kaymakam Selahattin Bey'in, girdiği 250 altın borç sebebiyle kızı Muazzez'i önce Şakir'e, sonra nispeten iyi bir insan diye Ali'ye satmakta pek az tereddüt etmesi şimdikinden çok mu farklı? Şahinde'nin daha zengin bir hayat düşüncesiyle 15 yaşındaki kızını sarhoş edip babası yaşında adamların kucağına atmasını insanın aklı almak istemiyor ama günümüzde görmüyor muyuz bu ahlaksızlığı? Bütün kasabanın Şakir'in hem katil hem de tecavüzcü bir sapık olduğunu bildiği halde parasının ve gücünün herkesi susturması ve zaten çok az kişinin de konuşmaya niyetlenmesi en sık görülen ahlaksızlığımız olsa gerek. Küçük şehirlerden nefret ederim. Küçük şehirlerde birinin pisliği susan herkesin üstüne bulaşır; dışarıdan feyz alınası, eli öpülesi görünen nineler ve dedeler dahil olmak üzere öyle ahlaksızlıklar gömmüşlerdir ki zihinlerinin derinliklerine; bunları duyacak sıradan bir kişi insanlığa inancını yitirebilir. Çünkü çocukluğumuzdan itibaren aklımıza saf, temiz kalpli küçük şehir insanları; canavar kalpli büyük şehirliler kazınmıştır. Büyük şehirde çok yaşamadım ama, insanın her yerde özünde insan olduğunu ve yüzyıllardır temelinin değişmediğini göz önüne alarak oranın da çok farklı olduğunu düşünmediğimi söyleyebilirim. İnsanoğlu dünyayı fazla gelişmiş beyinleriyle ele geçirmiş, vermeyen, yalnızca alan canavarlardır. İçlerindeki kötülük o kadar büyüktür ki insanlığın üzerine gölge düşmemiş bir güzelliği yoktur. Güzel olan her şey bu canavarların eline geçmemesi için çirkin gibi durmalıdır. Ama maalesef insanlar bunu başaramaz. Çünkü güzel görünmek, hür yaşamak her insanın hakkı ve doğuştan bir isteğidir. Bunu ancak yol kenarlarında kurumuş yıldız şeklinde dikenler başarabilir. 

 Zavallı Muazzez ve Yusuf da bu kötülüğün içinde güzel olamadılar. Birbirilerini bu karmaşa içinde insan görüp de bu şekilde muamele eden yalnız onlardı, yalnız ikisi olsalar mutlu olacaklarına inanıyordum çünkü günümüzde dahi insanlar birbirilerini malları gibi görürken bu ikisi sadece içlerindeki insanlığa dayanarak birbirilerini saygıyla sevdiler. 

 Asıl sorulacak soru şudur: Tüm bunlardan umudu kesip her şeyden vazgeçilmeli mi, yoksa dikenlerin güzelliği için devam mı edilmeli hayata?                      


                                        

24 Mart 2020 Salı

Fahrenheit 451

 

    Sınırsız, kesintisiz, stabil bir mutluluk... İnsanlık güvende olma hissi ve bu mutluluk karşılığında duygularından vazgeçmiş, toplumdaki tartışmalar sona ermiş ama ne yazık ki tartışmayı bırakınca kültürel ilerlemesi de yok olmuş. Sevgi, öfke, aşk, kin, hüzün... İnsanı makineden ayıran oluşumlar diyemem bunlara ama insanı kendi yapımı olanlar gibi varsayıp bu duyguların, işleyişinde önemli etkisi olmadığını savunmak insana eksik bakmaktır. Çünkü aklı insanı çok ileri taşımış ve pek tabi ki hayatta tutmuş olabilir ama insanı yalnız aklıyla görmek ve duyguların bu denklemde önemli bir yeri olmadığını düşünmek insanı asıl hayatta tutan sistemi görmezden gelmektir. Baskılanan tüm sistemlerde olduğu gibi  görmezden gelinen duygular bir noktada patlayacak ve bir süre daha müdahale edilmezse  görevlerini yerine getiremedikleri için bozulan sistem kendini kapatacaktır. Bu intihar oluyor.

   Fahrenheit 451; kitapların artık toplum düzenini bozmaktan başka bir işe yaramadığı ve sürekli toplumdaki azınlıkları gücendirdiği için yasaklandığı bir gelecekte geçiyor. Ama bu yasak okuma aşkıyla yanan bir insanlığa gelmiyor. İnsanlar cilt cilt kitapları sadeleştirmekle ve tek kitaba sığdırmakla başlıyor önce. Daha sonra bu kitaplar özetleniyor ve bir sayfada okunup bitecek hale geliyor. Gazete haberleri, dergiler... Her bilgi özetleniyor, sonra tekrar özetleniyor. İnsanlar okumayı kendileri bırakıyor. Yalnızca okumayı değil, teknik önemi olmayan her şeyi, hızlı eğlence olmayan her şeyi bırakıyorlar. Sanatı, felsefeyi, düşünmeyi...

   Belli bir noktadan sonra onları yönetenler de bu akışın bir parçası oluyor ve toplumda farklı olan her şeyden kurtulmak için çalışıyor.  Onları sınırsız, kesinitisiz ve stabil mutluluklarından ayıracak hiçbir şeyi istemiyorlar, savaş haberleri duymazdan geliniyor, cinayetlere karşı hissizleşiliyor, bu tür şeyler hep başkalarına olur düşüncesi beyinlerine işleniyor. İnanlar günlerini onlara kaybettikleri duygulardan birkaç doz vereceği için aile yerine koydukları duvarlarda boydan boya televizyonlara bakarak geçiriyor. Direnen insanlar için DNA örneği girilerek örnek sahibini yakalayan infazcı Tazılar üretilmiş. Her şey düzeninde işliyor.

   Kitapları yakmak itfaiyecilere kalıyor. İşte bu kitap, bir itfaiyeci olan Guy Montag'ın zevkle kitap yaktığı bir akşam iş dönüşü karşılaştığı bir ilginç kızla konuşmasıyla başlıyor.

   Bu kitap bende uzun zamandır kafamı karıştıran pek çok sorunun biraz daha netleşmesini sağladı. Cevaplarını bulamadım belki henüz ama sorunun ne olduğunu bilmek cevabını bulmaktan çok daha zor oluyor çoğu zaman. Kolay geldiği için, sonuçları hoşuma gitmeyeceği için düşünmekten kaçmak; yaptıklarını beğenmediğim için toplumdan kaçmak; yaptıklarımı beğenmediğim için kendimden kaçmak ve en sonunda dünya üzerinde kimseyle anlaşamayan, kendisiyle bile bir olamayan bir insan olmakla çok uzun süre savaştım. Ama kimse paramparça değildir ve doğru bulduğu parça olamaz. Hissetmekten kaçmak insanı hissizleştirmez, o duygular oradadır ve amaçlarını gerçekleştirmek için bir fırsat beklemektedir. Boğuştukça insan boşlukta daha çok kaybolur.

   Ama bunları bilmek çözümü bilmekle aynı şey olamıyor.